Fıkıh ilmi’nin eksenini
şer’i - amelî hükümlerden ilgili delilleri inceleyerek bir kanaate ulaşan ictihadlar
oluşturur.İctihadlar sayesinde insanlar dini sorumluluklarının gereğini yerine
getirebilme inancı taşır ve güvence duyarlar.İctihad yetkisi bu ilme vâkıf müctehidlerde iken bu
ehliyete hâiz olmayanlar ise onlara tabi olmak durumundadırlar.
İctihâdi meselede müctehid henüz içtihat
etmeden önce bir takım görüşlerden hangisini kabul ettiğine göre hareket eder.
1)Allah katında muayyen
bir hüküm yoktur ve doğru birden fazladır.
1. Bu farklı doğrular
Allah katında eşittir.(birinci görüş)
2.Bu farklı doğrulardan
biri Allah katında doğruya daha yakın ve daha
üstündür.(ikinci görüş)
Birinci ve ikinci
görüşün sahipleri”musavvibe” diğer görüşlerin sahipleri ise”muhattıe” olarak
anılırlar.Kelam alimlerinin çoğunluğu özellikle Eş'ar’yye'nin büyük kısmı 1.görüşü
benimserler.Dört mezhebe mensup fakîhlerin çoğunluğuna ”Müctehid bu zanni
delile isabet etmekle yükümlü değildir.(yedinci görüş)”nispet edilir.”muhattıe”
den sayılır.
Konuyla ilgili üç tez’i
ele alacak olursak.
1.Tez
:İctihad öncesinde muayyen bir hüküm yoktur.Hüküm müçtehidin zannından
ibarettir.ictihad sayısınca olan doğru Allah katında eşit düzeydedir
şeklindedir.
2.Tez
: İctihadi meselede “Şayet söz konusu ictihâdi meselede Şâri’ tarafından bir
hüküm belirlenip vaz’ edilecek olsaydı mutlaka şu vaz’ edilirdi”denebilecek bir
şeydir bu ise Şâri’nin maksadına en yakın olan eşbeh sonuçtur. Şeklinde olan
tezdir.
3.Tez
:İctihadî meselede muayyen bir şer’î hüküm olup
doğrunun tek olduğunu savunan tezdir.Buna göre anılan hükme hangi
müctehid isabet etmişse o doğrudur.
İctihadda
Hata-İsabet Meselesinde Ortaya Konan Görüşler Işığında İctihadın Bağlayıcılığı
Meselesinin Değerlendirilmesi.
Bu konuda iki eğilim
ile çekinceler ortaya koyan üçüncü bir eğilim vardır.
Birinci
Eğilim :Müctehidin görev ve sorumluluğunu belirleme
açısından bakanlar; “içtihat öncesinde muayyen bir hüküm bulunmadığı”kuralına
ulaşıp mantıki bütünlüğün böyle
korunabileceğini düşünerek “ictihadi meselelerde doğrunun tek olmadığı”
kuralını koymuşlardır.
İkinci
Eğilim : Meseleye Allah katındaki doğrunun ne olduğu
açısından bakanlar; “ictihad öncesinde muayyen bir hüküm bulunduğu” kuralına
ulaşmışlardır.Ancak bu gruptaki bilginlerin bir kısmı kat’i delil bulunduğunu
hata eden müctehidin günahkar olacağını ,bir kısmı ise zanni deil bulunmakla birlikte
müçtehidin bu zanni deiili tespitle yükümlü olduğunu söylemişlerdir.
Üçüncü
Eğilim : Bu görüşlerin sahipleri müçtehidi Allah katındaki
doğruyu bulmakla yükümlü görüp içtihadî sonucun bağlayıcı olacağını ifade
ederler.Bu bakışa göre Allah katında birden fazla doğru olamaz kullar nezdinde
de birden fazla saygınlığı olan görüş bulunabileceği kabul edilmez.Fakat bu
bakışın pratiğe yansıma şansı bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, İslam
âlimlerinin çoğunluğuna göre ehlinden yapılan bütün ictihadlar (Allah tarafından
bunlardan sadece birinin doğru veya doğruya yakın olduğunu savunanlar
bulunmakla birlikte)kullar açısından aynı saygınlığa sahiptirler.Buna göre bir
içtihadı diğerlerine üstün kılan bir gerekçe bulunmamaktadır.
Muayyen
İctihâda/Mezhep Bağlanma ihtiyacı ve İctihâdın Bağlayıcı Hale Getirilmesi.
Bu konuda sağlıklı bir
sonuç için birey ve toplum açısından ayrı ayrı incelemek uygundur.Bir içtihadı
diğer içtihatlara nazaran daha üstün sayılmasını gerektiren felsefi bir temel
bulunmadığı halde bu “bağlanma” ihtiyacının nereden kaynaklandığını irdeleyecek
olursak.Bilindiği gibi Hz Peygamber’in vefatını takip eden ilk asırda bireyler
dini uygulamalarda kadıların yargısal kararlarında uygun bir içtihada
uymuşlar islam coğrafyasının genişlemesi
ve sosyal yapıdaki değişmeler sonucu hukukî ihtilaflarda büyük artışlar meydana
geldi.Abbasi halifesi Mansur döneminde ibnü’l Mukaffâ’nın halifeye sunduğu
raporda ülkenin değişik yerlerinde ve aynı bölgelerde birbirieyle çelişen
hükümler verilmesinin toplumda rahatsızlığa ve hukuki anarşiye yol açacağını
birleştirici ve kesin karakterde bir kitap yazılıp kanunlaştırma yapılması
önerisi yazıyordu.Halife ise İmam Mâlik’e Muvattâ’yı kanunlaştırmayı
önerdi.Fakat İmam Mâlik değişik bölgelerde farklı rivayete dayalı kabuller
bulunduğunu belirtip bu durumu kabul etmeyerek bölgesel çeşitliliğin önüne set
çekilmemesini tavsiye etti.
İslam toplumunda farklı eğilim,gelenek ve
birikime sahip fıkıh çevrelerinin oluşmasının kökleri sahabe dönemine
dayanıyordu.”ırâkıyyûn,Hicâziyyûn “şeklinde coğrafi veya “ehl-i hadis,ehl-i
rey”gibi anılan ana eğilimler,insanların yaşadıkları bölgeye,kültür,ve
birikimlerine göre farklı fakîhler etrafında mensubiyet kurmaları fıkıh
mezheplerinin toplumda yerleşip belirli ictihadların belirginleşmesine sebep
oldu.İctihad ehliyetine hâiz olmayan bir Müslümanın bu şartları taşıyan
fakîhlerin ictihadlarına göre amel etmesi pratik açısından dini hayatını nasıl
tanzim edeceği ,tutarlılık açısından ise belirli bir mezhebin ictihadlarını
benimsemesi ve ona bağlı kalması istikrar kazandıracaktır.
Sonuç olarak; Aynı kaynaklara dayanan din ve
hukuk bilgilerinin ameli konularda farklı sonuçlara ulaşmasının sebepleri
arasında hükümlerin ikinci kaynağı olan sünnet malzemesinin tedvininden önce
bir bilgine ulaşırken diğerine ulaşmamış olması,sahih sayılıp sayılmayacağı
konusundaki görüş ayrılıkları,aynı meselede birbirine zıt görüş bildiren
fakîhlerin bulunabilmesi farklı ekolleşmeleri oluşturmuştur.Bir içtihadı başka
bir içtihada üstün sayan felsefi bir temel bulunmamaktadır.O dönemde hukuku
birliğine,çelişmezlik ilkelerine duyulan ihtiyaç ile dini hayata pratikte
kolaylık sağlayıp tutarlılık kazandırması hissi muayyen içtihatlara
“bağlanmayı”gerekli kılmıştır.Fıkhi mezhep kavramı sadece şer’i –ameli
konularda esas alınan bir âlime nispet edilen görüşler değil ,bireysel ve
toplumsal hayatın derinliğine nüfûz etmiş etkileri olan belirli fikir odakları
çevresinde gelişen akademik ve toplumsal birikim olarak bakmak daha doğru olur.
0 yorum:
Yorum Gönder